“Başkalarının
yaptıklarını, düşündüklerini, ima ettiklerini ya da söylediklerini, kişisel
algılamayın. Herkes kendi inanç sistemi içinde düşünür ve kendince yargılara
varır. Dolayısıyla, insanların sizin hakkınızdaki düşünceleri, sizin
şahsınızdan çok, kendileriyle ilgilidir.” Don Miguel Ruiz
İKİNCİ ANLAŞMA: HİÇBİR ŞEYİ KİŞİSEL ALGILAMAYIN
Yüzlerce sinema
salonu bulunan dev bir alışveriş merkezinde olduğunuzu hayal edin. Salonlardan
bir tanesine sessizce giriyorsunuz. Bir kişi dışında salon bomboş. Sizi fark
bile etmeyip tüm dikkatini filme vermiş olan o seyircinin yanına oturuyorsunuz.
Ekrana bakıyorsunuz; o ne, sürpriz! Filmdeki tüm karakterleri tanıyorsunuz:
anneniz, babanız, kardeşleriniz, aşkınız, çocuklarınız, arkadaşlarınız. Başrolde
ise sizsiniz. Filmin yıldızı sizsiniz ve bu, sizin hayat hikâyeniz… Yanınızda
oturan seyirci de, filmdeki oyununu izleyen sizsiniz.
Çok şaşırıyor
ve sonra başka bir salona giriyorsunuz, orada da sadece tek bir seyirci var ve
o da yanına oturduğunuzu fark etmiyor bile. Filmi izlemeye başlıyorsunuz, tüm karakterleri
gene tanıyorsunuz ama bu sefer başrolde siz değil anneniz var. Siz ikinci
rollerden birinde oynuyorsunuz ama filmdeki siz, size hiç benzemiyor. Bu,
annenizin hayat hikâyesi ve tüm dikkatiyle filmi izleyen de o. Sonra, annenizin
sizin filminizdeki anne karakteriyle aynı olmadığını görüyorsunuz. Bu onun
kendisini algılama ve algılatma biçimi. Anneniz, herkesin algılamasını istediği
şekilde yansıtıyor kendisini. Siz bunun sahici olmadığını biliyorsunuz, rol
yapıyor o. Ama sonra bunun, onun kendisini algılama biçimi olduğunu fark
etmeniz, sizde bir tür şok yaratıyor. Derken, sizin çehrenizi taşıyan kişinin, sizin
filminizdeki insan olmadığını görüyorsunuz. Kendi kendinize, “A bu ben
değilim!” diyorsunuz ama şimdi annenizin sizi nasıl algıladığını, sizinle
ilgili inançlarını görebiliyorsunuz ve bunların sizin inançlarınızla alakası
yok! Sonra babanızın karakterini, annenizin onu algıladığı şekliyle
görüyorsunuz, onun da sizin algıladığınız babayla ilgisi yok, tamamen
çarpıtılmış, tıpkı annenizin tüm diğer karakterleri algılaması gibi.
Bir sonraki
sinema salonunda ise sevdiğiniz insanın filmi oynuyor. Şimdi de sevgilinin sizi
algılama biçimini görebilirsiniz ve bu karakter sizin ve annenizin filmlerinde
oynayanlardan tamamen farklı. Sevdiğiniz insanın çocuklarınızı, ailenizi,
arkadaşlarınızı algılama biçimini görebiliyorsunuz. Sevgilinin kendisini
yansıttığı hali, sizin sevgiliyi algıladığınız hal hiç değil.
Sonra
kardeşlerinizin, çocuklarınızın, arkadaşlarınızın filmlerine de girip
çıkıyorsunuz. Herkesin kendi filmindeki karakterleri çarpıttığını görüyorsunuz.
Tüm bu
filmleri izledikten sonra kendi filminize geri döndüğünüzde, artık hiçbir şey
inandırıcı gelmiyor. Hiç kimsenin sizi algılanmak istediğiniz biçimde
algılamadığını fark ediyorsunuz. Çevrenizdekilerin, sizin filminizde olup biten
tüm dramların farkında bile olmadıklarını görebiliyorsunuz. Besbelli, herkesin
dikkati kendi filmine odaklanmış durumda. Karakterlerin tüm dikkati kendi
filmlerine yoğunlaşmış ve yaşadıkları tek hakikat o.
O anda sizin
için her şey değişiyor. Hiçbir şey eskisi gibi değil çünkü artık olup biteni
anlamış durumdasınız: İnsanlar kendi dünyalarında, kendi filmlerinde, kendi hikâyelerini
yaşarlar.
Tüm
inançlarının yatırımını o hikâyeye yapmışlardır ve o hikâye onlara göre
gerçektir. Ancak görece bir gerçektir çünkü size göre gerçek, o değildir. Şimdi
sizinle ilgili tüm görüşlerin, aslında size değil, onların filmlerindeki karaktere dair
olduğunu görebilirsiniz. Sizin adınıza yargıladıkları, kendi yaratmış oldukları
bir karakterdir. İnsanların hakkınızda düşündükleri ne varsa, aslında onlardaki
siz imgesi üzerine kurulur; o imge siz değilsiniz.
Bu noktada,
en çok sevdiklerinizin aslında sizi tanımadıkları ve sizin de onları
tanımadığınız açıktır. Onlara dair tek bildiğiniz, onlarla ilgili inançlarınız.
Ana babanızı, eşinizi, çocuklarınızı, arkadaşlarınızı çok iyi tanıdığınızı sanıyordunuz.
Gerçek o ki, onların yaşamlarında olup bitenlerden, ne düşündüklerinden, ne
hissettiklerinden, hayallerinden bihabersiniz.
Bu
farkındalıkla, “Sevdiğim insan beni anlamıyor. Kimse beni anlamıyor.” demenin
saçmalığını anlıyorsunuz. Oysa tüm yaşantınız boyunca başkalarının sizi gayet
iyi tanıdığını varsaydınız ve onlar beklentilerinize göre davranmadıklarında,
bunu kişisel algılayıp kızgınlıkla tepki verdiniz ve sözü, yok yere bir sürü
dram ve uyuşmazlıkta kullandınız.
Şimdi,
insanlar arasında neden bunca uyuşmazlık olduğunu anlamak daha kolay. Dünya, kendi düşünü gören, başkalarının kendi ÂLEMLERİNDE, kendi
hayalleriyle yaşadığının farkında olmayan milyarlarca insanla dolu. Baş karakterin bakış
açısından ki, bu onun yegane bakış açısı, her şey onunla ilgili. Yardımcı
karakterler, onun bakış açısına uymayan bir şey söylediklerinde, kızarak
konumunu savunmaya kalkışır. Yardımcı karakterlerin kendi istediği gibi
olmasını arzu eder, eğer değillerse çok kırılır. HER ŞEYİ KİŞİSEL ALGILAR. Bunu
idrak edince, çözümü de anlamanız mümkün; çözüm son derece basit ve mantıklı: HİÇBİR ŞEYİ KİŞİSEL ALGILAMAYIN.
Bu anlaşma
size, hikâyenizdeki yardımcı karakterlerle etkileşiminizde bağışıklık
kazandırır. Başkalarının bakış açısını kendinize dert edinmenize gerek kalmadı.
Bir kez, başkalarının söylediklerinin ya da yaptıklarının sizinle ilgisi
olmadığını görebildiğinizde, kimin hakkınızda dedikodu yaptığı, kimin sizi
suçladığı, kimin dışladığı önemini kaybeder. Dedikodular sizi etkilemez olur.
Kendi görüşünüzü savunmaya zahmet bile etmezsiniz.
Hiçbir şeyi
kişisel algılamamak, kendi türünüzle etkileşiminizde güzel bir araçtır. Ayrıca,
bireysel özgürlüğe alınmış bir bilettir de çünkü artık hayatınızı başkalarının
fikirlerine göre yönetmek zorunda değilsiniz. İşte bu gerçek özgürlüktür.
Canınızın
istediğini (yaptığınızın sizden başka kimseyi ilgilendirmeyeceğini bilerek)
yaparsınız. Sizin hikayenizle ilgilenecek tek kişi, sadece sizsiniz. Bu
farkındalık her şeyi değiştirir.
Tüm insanların
kendi alemlerinde, kendi filmlerinde, kendi düşlerinde yaşadıklarını bir kez
anladığınızda, ikinci anlaşma saf sağduyudur: HİÇBİR ŞEYİ KİŞİSEL ALGILAMAYIN.